30.3.14

Posted by Alper Demiroğlu | File under :

“Rosetta gezegenine hoşgeldiniz.“


Bazı müzik grupları var, dinlenildiği esnada insanı fiziksel hayata bağlayan her şeyi bir süreliğine de olsa terk etmeye zorluyor. Zihninizdeki düşüncelere, hayallere hakim oluyor. Onları yönlendiriyor, onları tıpkı bir oyun hamuruymuş gibi şekillendiriyor. Müziği dinlediğiniz an ve dinlemeyi bıraktığınız an arasındaki o tarif edilemez boşluğu tüm kudretiyle hissettiriyor. Aslında bu boşluk, her sahnesini gözünüzü kırpmadan izleyip gerçekten etkilendiğiniz bir film sonrası sinema salonunu terketmenin yaşattıklarına çok benziyor.

Dinlediğimiz müziğin kudretiyle dinleyiciyi rahatsız ettiği bu noktada, verebildiğiniz reaksiyon da zihinsel bir tepki oluyor. İnsanı bir bilinmezliğe adım attığını düşündürdüğü gibi, bir ilizyonun da parçası olduğu sonucuna ulaştırıyor. Eğer bu dediklerimi inanılmaz buluyor ve bugüne kadar dinlediğiniz hiçbir grupta yaşamadığınızı düşünüyorsanız; Arkadaşlar, bugün gerçekten şanslı gününüzdesiniz.

Kritiği okumak isteyenlerin %95'inin Rosetta'yı bilmeden, tamamen merak uyandırıcı açıklamalarım sayesinde buraya zaman ayırdığını tahmin ediyorum. Bu nedenden dolayı öncelikle biraz grup üzerinden konuşmak gayet yerinde olur diye düşünüyorum. Rosetta, 2003 yılında faaliyete geçmiş Philadelphia'lı bir post-metal, post-rock, sludge, space rock, ambient grubu. Grup üyeleri astronomi ve uzay bilimine pek bir meraklı. Bu yüzden müziklerini kısa ama net bir şekilde şöyle tanımlıyorlar: "Astronotlar için metal." 

"A Determinism Of Morality", grubun 2010 yılında piyasaya sürdüğü, müzik kariyerlerindeki üçüncü stüdyo albümü olmakla birlikte aynı zamanda dinlediğim ilk Rosetta albümü. Kendilerini bu kadar geç tanımamı biraz karmaşık denilebilecek bir müzik karakterine sahip olmalarına, biraz da popülariteden uzak bir görüntü çizmelerine bağlıyorum. Hele ki ülkemizde Rosetta'nın dilinden anlamaya çalışacak (Bakın grubu sevmek demiyorum, vakit ayırmaktan bahsediyorum.) ve belirli kitlelere yayabilecek sadece PasifAgresif var belki de. Bu arada grubu bilen %5'lik kısım "20 Haziran 2013 tarihinde çıkarttıkları son albümleri "The Anaesthete" varken neden dört yıl önce çıkardıkları bir çalışmayı yazıya döktün?" diye bir soru soracak olursa, tamamen duygusal bir karar ile bu albümü seçtiğimi bilmelerini isterim. Şimdi ise bu duygusal kararı albümün içerdikleriyle biraz açalım.

"A Determinism Of Morality"de göze çarpan ilk artı, albüm adıyla liriklerin mükemmel uyumu. Albümde, oldukça kapsamlı bir konu olan ve değinip asıl konumuzu dağıtmak istemediğim ahlak kavramı, determinizm düşüncesiyle ele alınıyor. Determinizmi tek bir cümleyle açıklamak gerekirse: Determinizm, günlük hayatta aldığımız kararlardan eylemlere, eylemlerden ahlaki tercihlere kadar evrende gerçekleşen olayların kesin kurallar çerçevesinde meydana geldiğini kabullenen bir düşünce akımıdır. Özgür irade ise sadece bir yanılsamadan ibarettir. Bu bilgilerden yola çıkarak, albümü daha farklı açılardan yorumlayabileceğinizi düşünüyorum. Eh, zaten "A Determinism Of Morality" de bu durum için gayet müsait bir eser.


 Albüme dair bir diğer büyük artı ise, dinlerken sizi hiçbir şekilde sıkmaması ve ilk parçadan son parçaya kadar bir anlığına da olsa zihinlerde albümün sıradanlığa gittiğine dair bir düşünce yaşatmıyor oluşu. Birçok farklı elementi tek bir çatı altında toplayan bir grup için gerçekten çok önemli bir başarı bu. Michael Armine'in vokalleri içinse ne desem az, Rosetta böyle bir vokaliste sahip olduğu için çok şanslı ve zaten bunun da farkında.

Albümde en çok dinlediğim parçalar sırasıyla Je N'en Connais Pas La Fin, Release, A Determinism Of Morality ve Ayil. Je N'en Connais Pas La Fin, son zamanlarda dinlediğim en epik parça olabilir hakikaten. Nerede ve ne zaman dinlenildiğine mutlaka dikkat edilmeli, melankoli daha önce hiç bu kadar hırçın olmamıştı. Michael Armine'in vokallerini çok beğendiğimi zaten az önce de belirtmiştim. Release isimli parçada "The problem with now is no matter how much we want it to, it doesn't last forever." cümlesinin geçtiği clean vokalli bir kısım var ki, dinledikten sonra "Bu adamlar bazı şeyleri aşmış." gibisinden bir cümle kurmanız içten bile değil. Rosetta kendini neden "Astronotlar için metal." diye tanımlıyor, her bir parçanın sonunda daha iyi kavrıyorsunuz. Hayran olmamak elde değil gerçekten.

"Rosetta - A Determinism Of Morality", grubun geçmişte yaptıklarına kıyasla nasıl bir konumda doğrusu bilmiyorum. Fakat Rosetta denildiğinde aklıma gelen ilklerin hep bu albümde olacağı kesin.


Ülke: ABD.
Şirket: Translation Loss.
Albüm Çıkış Tarihi: 25 Mayıs, 2010.
Tarz: Post-metal, post-rock, sludge, space rock, ambient.

 Puan: 9/10.








“Rosetta - A Determinism Of Morality“ başlık yazı, The Sorrowed Man blog ya da herhangi bir konu hakkındaki düşüncelerinizi thesorrowedman@windowslive.com adresine mail atarak belirtebilir, bu tip klişelerin yanı sıra Last.fm profilime uğrayabilir ve hazır oralardayken Twitter'dan da takip edebilirsiniz. :p

2.3.14

Posted by Alper Demiroğlu | File under :
Zamansız Değerlendirmeler -2.'de de müjdelediğim üzere, bir süreliğine film ablukası altında kalacak The Sorrowed Man bloğun ilk film değerlendirmesinden üşenmeden tıklayan herkese selam. :) Sıkı durun, acayip (?) bir cümle geliyor: 110 dakikanın sonucunda kazandığım fakat film haricinde sadece saçıma ak düştüğünde tecrübe edinebileceğimi düşündüğüm birçok kıymetli dersi bana öğretmiş ve bu dersleri mümkün olduğu kadar yaşamıma yansıtmama karar verdirmiş, genellikle The Green Mile, The Shawshank Redemption ve Forrest Gump gibi klişe cevapların alındığı “En çok etkilendiğin filmler nelerdir?“ tartışmalarına tokat gibi bir etki yapacağına dair hiçbir şüphemin olmadığı kusursuz bir filmden bahsedeceğim bugün. Ya da şöyle söyleyim: Bahsetmeye çalışacağım. :) Alçakgönüllülük LEVEL UP! :p
  
Giriş cümlelerimin anormalliğinden de anlaşılabildiği üzere, Something the Lord Made“ beni deyim yerindeyse tam kalbimden vurdu. Evet bir yazının daha sonuna geliyoruz. Okuyan herkese teşekkürl.. Neyse ehm. :p İzlediği filmlerden dinlediği müziklere, oradanda okuduğu kitaplara kadar pek çok konuda iç dünyasına hakim olamayan duygusal yapılı bir erkek (Duygusal bir erkek olarak doğmayı lanetli bir yaşama benzetmişimdir hep.) olarak, müthiş bir zamanlama kabiliyetimin olduğunu düşünüyorum. Çünkü bazı şeyler“i ya şansımın yardımıyla kendim buluyorum ya da onlar ihtiyacım olduğu sırada kendiliğinden karşıma çıkıyor. Something the Lord Made“i (Tanrıyı Oynayanlar) ise “ihtiyacım olduğu sırada kendiliğinden karşıma çıkanlar“ değerlendirmesi içine rahatlıkla dahil edebilirim. Ettim. :p

Gerçek bir hikayeden uyarlanmış filmleri, şuan müzik dünyasında sayısız örneği olan konsept albümlere benzetmişimdir hep. Baktığımız zaman bu iki kavram arasında bazı ortak özellikler göze çarpmaktadır. Örneğin: %100 gerçek hikayelerin sinemaya uyarlanması izleyici tarafından sıkıcı bulunacağından dolayı senaristler hem gerçekten kopmamak, hem de izleyiciyi sıkmamak adına çeşitli yollara başvurur. Aynı şey konsept albüm çıkaran bir müzisyen için de geçerlidir. Albüm genel anlamda tek bir konu üzerinde durmalı, fakat dinleyiciyi de sıkmamalıdır. 

Something the Lord Made“, iki başarılı ismin kesişen hayatlarını ele alıyor. Asıl işi marangozluk olan Viven Thomas'ın (Mos Def) tek bir hayali vardır: Doktor olmak. Fakat 1930'ların Amerika'sındaki ırkçılığın ulaştığı boyutlar ve zencilerin yaşamlarını “3. sınıf vatandaş olarak sürdürmesi deyim yerindeyse Viven'in elini kolunu bağlamaktadır. Irkçılık noktasında filmdeki çok önemli bir nokta dikkatimi çekti: Viven yanında bir başka zenciyle birlikte kaldırımdan yürüyor. O sırada karşıdan birkaç beyaz insan geliyor. Viven ve yanındaki gelen beyazları görür görmez kaldırımın dışına çıkarak adeta saygı duruşunda bulunup ardından tekrar kaldırıma çıkıyor. Aynı sahneyi üst üste 3-4 defa izledim. Ve tanımını yapamayacak kadar da kötü hissettim. Hayır, zencilere yapılan ırkçılık hakkında izlediğim ilk film değil bu. Ama aynı kaldırımı bile paylaşmayı istememek bir insan olarak ağırıma gitti doğrusu. Her ne kadar sadece bir filmde gerçekleşmiş olsa dahi.

Marangozluktaki çalışkanlılığı ve disiplinliliğiyle dikkat çeken Viven, kısa bir süre içerisinde Dr. Alfred Blalock'un (Alan Rickman) yanında bir temizlikçi olarak çalışmaya başlar. Fakat Dr. Alfred yine kısa bir süre içerisinde Viven'deki yeteneği farkederek, yanında asistanı olarak çalışmasına izin verir ve akabinde de bir takım olaylar gerçekleşir. Gerçek bir hayat hikayesinden uyarlanan film, başarı için gerekli olan etkenlerin sadece sertifika ve diplomadan ibaret olmadığı üstüne basa basa vurgular nitelikte.


Film hakkında çok fazla spoiler vermek istemiyorum, fakat HBO kanalı için çekilmesi ve bu yüzden sinemalarda gösterime girmemiş olmasının insanlık adına büyük bir şanssızlık örneği olduğunu mutlaka söylemeliyim. Çünkü Something the Lord Made“i izlerken sadece empati yeteneğinizi geliştirip kendinizi Viven'in yerine koymakla kalmayıp, ihanet, dostluk ve aile kavramlarını da farklı açılardan yorumlayabilme artısını kazanacaksınız. İlk paragrafta da belirttiğim üzere, ancak yaşanılarak elde edilebilecek gerçekten değerli dersler bunlar. Yönetmen Joseph Sargent'e ne kadar teşekkür etsek azdır. 

Hem Mos Def'in, hem de Alan Rickman'ın oyunculuklarına tek kelimeyle hayran kaldım. Birbirleriyle olan hem samimi hem de yaşadıkları durumun gerginliğini hissettiren ciddi diyalogları, izleyicinin kendini filme kaptırabilmesi için fazlasıyla yeterli. Ameliyat sahnelerinin oldu bittiye getirilmeyişi ve üzerinde durulması ise beni en çok memmun eden konulardan biri oldu. Bir ara kendimi o kadar kaptırmışım ki, farkında olmadan birkaç tıbbi terim öğrendiğimi farkettim. :p Onun haricinde kullanılan müzikler de kesinlikle uygun sahnelere yerleştirilmişti. Yok arkadaş, kusur bulamıyorum valla.

Something the Lord Made hakkında söyleyeceklerim bu kadar. :) Umarım hakettiği değeri görememiş bu filmi yazı sonrası merak edip izleyen birileri olur. Emin olun vakit kaybı değil. :)


Yönetmen: Joseph Sargent.
Yapım: 2004/Amerika.
Süre: 110 Dakika.
Tür: Biyografi/Drama.

Puan: 9/10.

▶ ▶ “Something the Lord Made“ başlıklı yazı, The Sorrowed Man blog ya da herhangi bir konu hakkındaki düşüncelerinizi thesorrowedman@windowslive.com adresine mail atarak belirtebilir, bu tip klişelerin yanı sıra Last.fm profilime uğrayabilir ve hazır oralardayken Twitter'dan takip edebilirsiniz. :p
 

27.2.14

Posted by Alper Demiroğlu | File under :
Belirli bir süreç içerisinde yaşanılan olayları herhangi bir zaman sınırına bağlı olmadan, kısa değerlendirmelerimle ilişkilendirdiğim “Zamansız Değerlendirmeler“ bölümünün ikinci yazısından herkese içten bir merhaba! :) 

Her ne kadar cümlenin sonuna ünlem işareti koyup, okuyanların gayet keyifli olduğuma dair ön yargılarda bulunabileceği bir giriş yapsam dahi, önünü almakta bir türlü başarılı olamadığım bir takım sorunlar, onların getirdiği sıkıntılar ve yorgunluklar derken oldukça yorucu ve aynı zamanda da enteresan bir haftayı geride bırakıyorum aslında. Çünkü tamda “Galiba kışı yaşayamadan yaz geldi lan.“ içerikli bir tivit atmayı düşünürken, sanırım hasta oldum. Evet, “Ee, adalet.“ cümlesini ilk defa sizden duymuyorum, aynısını kendim de söyledim. :p  Bu hastalığın site ile olan ilişkisine değinmem gerekirse: Hastalık süresince adamakıllı müzik dinleyemediğimden dolayı müziğe ayırmayı düşündüğüm zamanı filmlere ayırmak durumunda kaldım. Sitede uzun zamandır film incelemesi de olmadığını düşünürsek, ıı şey... Siz anladınız işte, heheh.

Hatırlayabileceğiniz üzere geçtiğimiz haftaki Zamansız Değerlendirmeler -1.* yazımda ağırlıklı olarak sitedeki değişimlerden bahsetmiştim. Yazıda bahsettiğim Alcest - Shelter kritiği görmeyenler veya görmesine rağmen okumayıp, fikrini değiştirdikten sonra okumaya karar verenler için şuradan ulaşılabilir. Uzun fakat önemli noktalara değinen bir inceleme oldu diyebilirim. Peki bir daha Alcest, Nevermore veya Hammock hakkında bir şeyler karalar mıyım? Doğrusu pek zannetmiyorum. Eğer öyle bir şey yaparsam da ertesi gün yazmayı bırakırım zaten. :p

Belki bunu söylemek için henüz çok erken fakat içinde bulunduğumuz yıl, en iyi albümleri sıralarken vicdanımızı pek çok kez sorgulatacağa benziyor. At The Gates, Insomnium, Animals As Leaders, Aborted, Bloodbath ve şuan adını hatırlayamadığım daha pek çok grup yıl içinde çıkaracakları albümlerle sevenlerinin gönlünü hoş tutmaya çalışacak, kazanan ise dinleyici olacak. Bu arada hazır albüm demişken birkaç şeyden bahsetmek istiyorum: 2014'ün en merakla beklediğim albümlerinden biri olan Cynic - Kindly Bent to Free Us“ın benim de içinde bulunduğum bir kitle tarafından yıllar sonra da hatırlanıp dinlenebilecek türden bir albüm olduğunu düşünüyorum. Behemoth - The Satanist'“e dair düşüncelerim ise bir garip açıkçası. Çünkü yer yer “Yardır Nergal reis. \m/“ diyip kendimi albüme kaptırıyorum, yer yer ise sıkılmak durumunda kalıyorum. Belkide albümün yoğunluğundandır, bilemeyeceğim. Ama ortada mutlaka şans verilmesi gereken bir albüm var. Henüz dinlememiş olanlara duyurulur. :)

Bir Zamansız Değerlendirmeler yazısının daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. :) Aşağıya yine haftanın en çok dinlediğim şarkısını atıyorum. Evet, şimdi lafı daha fazla uzatmadan şuan ABD'de bulunan Randy Blythe'a bağlanalım. Randy, beni duyuyor musun?

 
▶ ▶ “Zamansız Değerlendirmeler -2.*“ başlıklı yazı, The Sorrowed Man blog ya da herhangi bir konu hakkındaki düşüncelerinizi thesorrowedman@windowslive.com adresine mail atarak belirtebilir, bu tip klişelerin yanı sıra Last.fm profilime uğrayabilir ve hazır oralardayken Twitter'dan da takip edebilirsiniz. :p

25.2.14

Posted by Alper Demiroğlu | File under :
Aynı hafta içerisindeki İKİNCİ “Alcest - Shelter“ başlıklı yazımdan herkese bir kez daha selam. :) Yoğun istek mesajlarının ardından okuyucularımı kırmak istemedim ve aynı albümü ikinci defa yazmaya karar verd.. Tabii ki şaka yapıyorum, benim okuyucularım öyle ayıplı şeyler yapar mı hiç? :p (Hafif bir şikayet? :p) Aslında bakarsanız bu tekrar yazma durumu tamamen kendi kararsızlığım çerçevesinde gerçekleşti. Kuşkusuz “Shelter hakkındaki İlk yazım bir hayli subjektif bir anlatıma sahipti ve her şeyden önce albümden çok Alcest'in hayatımdaki yerinden bahsetmiştim. Bu açılardan düşününce, bu tarz yoğun duygu ve yaşanmışlıklar içeren yazıları The Sorrowed Man blogta yer alabilecek bir başka bölümde kullanabileceğim fikrine ulaştım. O değil de, 50-60 yaşlarında, emekli olduğundan dolayı boş zamanlarını değerlendirebilmek için garip garip sosyal aktiviteler peşinde koşan yaşlı amcalara benzedim valla. Her yazımda bir başka değişimden bahsediyor, başka bir icat çıkarıyorum, ahah. Bloğun nereye kadar devam edeceğine dair ise henüz hiçbir fikrim yok. :p

Her şey şimdilik bir kenarda dursun, bir daha Nevermore, Alcest ve Hammock hakkında bir şeyler yazmaya karar vermeden önce en az iki defa (Bir an en az üç çocuk diyesim geldi, tövbest.) düşüneceğim! Tahmin ettiğimden çok daha gergin, zorlu bir süreçmiş bu. Üstelik beni bilen bilir; İçime sinmedikten sonra hemen hemen her şeyden vazgeçebilirim. Yani benim için bir -gayet doğal olan- yazım süreci ve birde bu yazım sürecini atlattıktan sonra yaşanılan yazıyı kabullenme evresi var. Bu yüzden The Sorrowed Man'den size bir tavsiye: Siz siz olun. Mükemmeliyetçi olmayın! :)


The Sorrowed Man blogtaki dördüncü albüm incelemesi, hayatımı şekillendirip yön vermiş üç özel müzik grubundan biri olan Alcest'in dördüncü stüdyo albümü “Shelter“ üzerine. Söz konusu albüm getirdikleri ve götürdükleriyle Alcest diskografisinin çok önemli bir noktasında yer alıyor gerçekten. Şöyle bir düşündümde, önemli bir nokta deyip geçiştirmek yerine uçurum demek çok daha yerinde olur. Eğer ilk defa Alcest dinleyecek biri olarak bu yazıları okuyorsanız, tavsiyem dinlemeye “Shelter“ albümünden başlamamanız yönünde olacaktır. (Ama şimdi böyle dedim diye okumayı da yarıda bırakmayın tabii. :p) 

 “Shelter“, grubun ilk defa İngilizce bir albüm adı kullanmasının yanı sıra dinleyenleri de ikiye ayıracak kadar keskin bir yol ayırımı barındırıyor. Black metal'den tamamen uzaklaşıp shoegaze ve post-rock karışımlı yepyeni bir sound yaratmak, Neige'i ve doğal olarakta grubu insanlara bu kadar yakın hissettiren en önemli unsurlardan biri olan scream vokaller kullanılmasından vazgeçmek gibi köklü değişimler bir albümde toplandığında, ön yargılı ve şüpheci yaklaşımları uzaklarda aramak pek doğru olmuyor kuşkusuz.

Az önce de belirttiğim gibi bu değişim dinleyicilerin pek çoğunun ikiye bölünmesine sebep oldu. “Sıradan bir shoegaze grubu olmuşlar işte, pff!“ diyen de oldu, “Alcest olm bu, ne yapsa dinlenir.“ diyen de. Ben bu bakımdan ikinci taraftayım sanırım. Hayır anlamıyorum: Grupların kabul edilmeyecek kadar kötü işler çıkartmadıkları sürece bir takım farklı tarzlara, yönlere kayması neden bu kadar eleştirilir? Bu yönden Alcest'i eleştireceklere tek bir soru soracağım, ayrıca aynı soruyu In Flames için de kullanmıştım. Belki hatırlayan olur:

Eğer Alcest'in çıkaracağı her albüm Les Voyages de l'Âme gibi olsaydı, o zaman o albümün diğerlerinden ne farkı kalırdı?

Aslında her şey bu kadar basit. Evet, ben de bundan sonra bir Percées de Lumière, bir Faiseurs de Mondes ve hatta bir Là où Naissent les Couleurs Nouvelles dinleyemeyecek olmanın derin üzüntüsünü yaşıyorum, ama hiç değilse hiçbir zaman bu dünyadan olduğunu kabullenmediğim bir müzik yapan bu özel grupla tanışabildiğim için de kendimi şanslı hissediyorum. “Ya hiç Alcest dinlememiş olsaydım?!“ diye düşünüp içimin ürperdiği çok olmuştur benim, ehehe.

Şimdi de biraz albüm hakkında konuşalım. “Shelter“, bonus parça Into the Waves“ ile birlikte dokuz parçaya sahip. Albüm kayıtları ise İzlanda'da bulunan Sundlaugin adındaki sözde bir stüdyoda kaydedilmiş:


Yayınlanan ilk parça olan “Opale malum ortamlara düştüğünde yapılan pek çok eleştiriyi ağır buldum doğrusu. Tamam, benim de aralarında bulunduğum büyük bir kitle Écailles de Lune“ gibi bir albüm bekliyordu ve “Opale“ de gelecek için ümit veren cinsten değildi fakat tekrar tekrar dinleyebileceğim bir ezgiye sahip olduğundan şahsen  “Olmamış bu! diyemedim. Aklımı asıl meşgul eden sorun Neige'in vokal tarzıydı. Artık kelimeleri daha iyi anlayabileceğimiz, takip edebileceğimiz şekilde telaffuz ettiğinden midir bilinmez, sanki o büyü bozulmuştu. Albümün en çok dinlediğim parçaları sırayla La Nuit Marche avec Moi, Voix Sereines, Délivrance ve Away diyebilirim. Pek çoğu kendini sürekli tekrarlayan melodilerin ekmeğini yemiş parçalar olsa dahi, sonuç olarak Alcest bir şekilde kalbime dokunmasını bildi. Yine. :)

Albüm hakkında genel bir iyi ya da kötü tanımı kullanmak istemiyorum. Onun yerine hayranı olduğum İsveçli yönetmen Ingmar Bergman'ın çok önemli bulduğum bir sözünü paylaşmayı daha uygun buluyorum. Bir başka yazıda tekrar buluşmak üzere efenim, kimseye söz vermeyin. :p

İnsanlar bana bir ayda on kez sordular: “En iyi filminiz hangisi?“ diye. Filmlerimden biri kalbime ötekilerden daha yakın geldiğinden böyle bir soru anlamsızdır. Bir araya geldiğimizde, “bu iyi, şu kötü“ dediğinizde bunu anlamıyorum; Ama dersiniz ki, “Bu kalbime yakın geliyor, bunu duyumsuyorum, ötekini duyumsamıyorum,“ o zaman anlarım.



Ülke: Fransa.
Şirket: Prophecy Productions.
Albüm Çıkış Tarihi: 17 Ocak, 2014.
Tarz: Shoegaze, Post-rock.

Puan:  :)











“Alcest - Shelter“ başlık yazı,  The Sorrowed Man blog ya da herhangi bir konu hakkındaki düşüncelerinizi thesorrowedman@windowslive.com adresine mail atarak belirtebilir, bu tip klişelerin yanı sıra Last.fm profilime uğrayabilir ve hazır oralardayken Twitter'dan da takip edebilirsiniz. :p